KAYIP ZAMAN FOTOĞRAFLARI-I
Şerafettin, Eşref, Muhammet Yüksellere… Bir de Zeyyat Şahin’e..
Şanşa’ya ikindi vakti gitmiştim. Bir küçücük Aliciktim. Okula başlamamıştım henüz.
Armutalanı’nda ekin vardı, zaten yol olmadığı için oradan geçilmezdi. Geçilse bile orada Romalılardan kaldığını sonradan öğrendiğimiz Haftın Havuzu’ndan da korkardık. Korkudan kendi kendimize türkü söylediğimiz de olurdu.
Murtlucak’tan Gediğin Beleni’ne oradan da Şanşa’ya aştım. Mezarlıktan geçerken bildiğim bütün duaları okudum korkudan. Yüreğim tırp tırp ediyordu. Bir cesaretle geçtim mezarlığı. Demirci Murat’ın ekinliğini geçince biraz rahatladım ama bunun bir de geri dönüşü vardı. Arkama bakmadan Şanşa’ya vardım.Gedik Beleni’ndeki mezarlıktan geçmek yürek isterdi. Yol yoktu zaten, bir yaya tarağından kıvrıla kıvrıla tırmanılırdı Gedik Beleni’ne. Yanında bir kişi daha olsa kıvrımlardan birinde oturup dinlenirsin ama yalnızken ne mümkün!
Hasan Ağama mı haber vermeye gittim, yoksa Emine Teyzem gile (Topal’ın Karısı) elimde bir şey mi götürmüştüm, pek hatırlamıyorum. Ama varır varmaz geri döndüğümü ve mezarlıkta garangıya kalmamam gerektiğini hatırlıyorum.
Uzun kış gecelerinde evde sohbetler edilir, Nasrettin Hoca fıkraları falan anlatılırdı. Bunlardan biri de Fincancı Katırları hikayesi idi. Hani, Hoca boş bir mezara yatmış da öteki dünyada ne olduğunu öğrenmeye çalışmıştı da; o sırada karanlıkta mezarlıktan geçen Fincancı Katırlarını ürkütünce bir ton sopa yemişti ya.. O fıkra aklımdaydı sürekli. Sanki her mezarda bir Nasrettin Hoca yatıyor ve ben geçerken cüppesi ile hemen ayağa kalkıverecek. Mevsim kış hafif bir rüzgar var ya; zaten bu mezarlığın esintisi mi biter? Pat diye bir ses geldi, ödüm sıddı. Tirpede düştüm, korkuyla baktım, düşen şey bir güppükmüş(çam kozalağı ) meğer. Kalbim fırlayacaktı korkudan, ama güppüğü görünce içim rahatladı, ferahladım.
Bir de o koca işamların uğultusu yok mu? İşte onlar insan gümürtüsü gibi gelirdi bana. “Üç gider de beş ardıma bakarım” der ya bir türküde. Ben de üç gidip iki arkama bakarak geçiyordum mezarlıktan. Geç ikindiydi ama hayalimde gece korkusu vardı.
Fırtına gibi geçtim mezarlıktan. Ayak sesşerimden korkuyor, nefesimi tutmaya çalışıyordum.Aman ha geç kalmamalıydım. Cin, Şeytan çarpar marpardı adamı mezarlıkta. Şeytan çarparsa adamın ağzı eğilirmiş sonra. Gediğin beleninden aşağıya doğru sallanınca kendime bir güven geldi. Ayaklarımın altında bizi var eden koca Akdeniz, sanki karşı yamaca doğru ağan bir mavilik deryası.Bu deniz bana hep güven vermiştir Allah için. Geçmiştim be koskoca mezarlıktan, hem de tek başıma!. Denizi görünce arkalandım, sanki bir yoldaş bulmuştum kendime..
Susa’ya (şose) inince bir ordum olmuştu sanki arkamda. Ne korku kaldı ne de aykalarımın titremesi.
Murtlucak o zaman mahallenin muz sandıklarının yığıldığı yerdi. Sonradan mahalleye inen yol açılmamıştı henüz. Deniz kıyısında kesilip sandıklanan muzlar develerle susaya kadar çıkarılır, orada istif edildikten sonra da Cumartesi veya Pazar günleri Ermenekli Mustafa’nın beyaz Ford’una yüklenirdi.
Susamız vardı ama araba maraba yoktu daha. Haftada bir Anamur tarafından posta çeken Galadıranlı’nın cipi geçer, o bile mahalleye bir şenlik olurdu. Herkes bir birine çağırırdı; “Oyn Galadıranlı’nın Cipi geçti!” diye.
Murtlucak’ta Başseki’nin üstünde piynar çalısının arasında bir koca taş vardı. Oraya gelen herkes onun başına şöyle bir oturur aşağıyı seyrederdi. Yahut oradan aşağıya bağırırdı: “Hoyn a’Hoyn ! Ülen Halvalıkta bilmem kimceğiz mefat etmiş cenaze var cenaze!” diye haber verirdi ordan. Aşağıda onu duyan herhangi birisi de bu haberi kendine iş edinir, komşular biribirini haberleyerek yarınki ölgülüğe hazırlanırdı. Ben de büyük adamlar gibi taşın başına oturdum.Öyle ya, koca mezarlığı geçen adam büyük olmaz mı? Büyüklenmiştim bir anda.
Aşağıda evlere baktım. Yolcu emmimin evi tek kiremitli evdi mahallede.İlk onu görürdü aşağıya bakan. Sonra Veli Emmimin, Hüseyin Emmimin evi, bir de bizim evlere geçerken deredki Kel Ev.Hasan Goca dedmin evi. Aşağıda burunlar vardı denize doğru uzanan renkleri mordu. Akşam üstü iyice moraran Koca burun, Kara Burun, Kisle Burnu, Düven gayası, ayaklarımın altındaydı. Ekenekler yeşil, dağlar mor, yollar sarı, Akdeniz alabildiğine maviydi. Ufka bakınca kurşuni renkte Kıbrıs dağlarını görürdük. Henüz Gırbız’dı bizim dilimizde orası.
Birden çoban seseleri , davar çanları gelmeye başladı. Solumda Osman öldüğü tarlası ekiliydi o zaman. Çıtığın İşamı’nın üstünde davar sürüsü sayvanta dönerken ekine dalmış, aşağıdan biri bağırıyor; “ülen a’ çoban kör müsün endeği ekini hep yedi ya mal !”. Çoban telaş ve korkuyla koşturuyor, bir yandan elindeki taşları davar doğru salarken, diğer yandan da ; ay! ay! ay! diye davarları azarlıyor, diğer yandan gönü çıkası, buynuzunu s.. tiğim, kökü kesilesi ! diye ileniyordu mallara.
Çobanın ilencine aşağıdan bir kaç kadın,” Allah yanağrıya galası, olanca ekini yedi bitirdi” diye çığrınıyor, bir yandan da çobana ileniyordu. Neyse çoban bir kaç taş attıktan sonra ekinlikten malı çıkardı. Biraz sonra susaya inen davar, oturduğum taşın yanındaki taraktan Gızılcalargoyağı’nın üstündeki sayvanta doğru yöneldi.
Bu sayvantın üst kısmından geçen susanın bu kısmında aktoprak çıkardı, Pekmez Toprağı. Bu sayvantlar da yanılmıyorsam Şanşalıların bir kısmının davarları ile Dayı Emmi’min davarları yan yana kalırdı. Başka sayvantlar da vardı.Herkesin davarı kendi sayvantında kalırdı geceleri. Hüseyin Emmim ile Yolcu Emmi’min davarı, Velağa Tarlası’nın başındaki kendi sayvantlarında, Veli Emmim’le Dayı Emmi’min davarı, Gızılcalargoyağı’nın üstünde Susa’nın altındaki sayvantlarda, Çelebi Emmim ile Mevlüt Ağam’ın davarı da Saydaki Goca Buynuz’un yanındaki dedemden kalma sayvanta gecelerdi. Mevlüt Emmim ve babam davarı erken bırakınca Çelebi Emmim, kendisine Uzun Kisle’nin başına ayrıca bir sayvant yaptırdı.Orada bizim de son olarak 15-20 kadar davarımız gecelerdi.
Koca taşın başından akşam çalgarışlığında aşağı doğru bakarken patikalarda bir seğirmedir başladı. Bir yanda Hanife Abam’ın güttüğü sürüyü Velağa tarlasının başındaki sayvanta doğru sürmesi ile Köseler tarafından Susa’ya çıkan patikada kalkan toz bulutu, diğer yandan, batı tarafından gelen oğlak sürüsünün meleyişleri, öteki yandan omuzu tüfekli Çolak Mustafa Ağamın, Gara Mümüne Abam’ın, Havva Abam’ın, Gızılcalargoyağı üstündeki sayvanta sürülürken davarın çıkardığı toz duman, ta aşağılarda Akça Kisle yönünde, Hayriye ve Makbule abamın önünde Saydaki Buynuz’a doğru Yalgan tarafından dökülüp gelen Çelebi Emmi’min sürüsü.. Ortalık toz duman. Çan sesleri , çoban bağrıkları, oğlak melemeleri bir hay huy , bir geleneksel saltanat alıp başını gidiyor.
Ellerine süt helkelerini alan analar, neneler, karılar, kızlar, bazıları sırtlarına yüklendikleri, kesme, piynar, pelitten kesilmiş yeşil yapraklı (asmalık) ağaç dalları (pür) ile gece davarın beslenmesini sağlayacak, yeni yetmeler, erkek çocuklar, sayvanta doğru seğirtiyor. Gerçek bir ses, hareket, renk çümbüşü. Sanki film çeviriyor bizimkiler..
Müthiş bir hareketlilik, çığlıklar, çığrınışlar, bağrışmalar, toz bulutları, anasını arayan oğlakların kavuşması sırasında çıkan iniltiler, çoban bağrıkları, ilençler, azarlar,bir birini süsüp beğrişen tekeler.
Ve süt sağıldıktan sonra sükunet, rahatlama , hafif mırıltılarla uyuyan sürüler.
Tam altmış yıl önce tarlalarda ekinlerin iki karış boylandığı kurak bir kış gününün Seyfe- Garamuğar akşamında Murtlucak’tan seyrettiğim böyle bir güzelliği yaşatan Tanrım’a şükür. İyi ki o günleri yaşamışım. Yoksa şu şehir cehenneminde , eksoz gazları ve araba kornaları arasında yaşamaya çalışırken, geçmişten güç almadan yarına dair umutlar beslemek kolay mı?
Biz o günleri, şu şehir madrabazlarına nasıl kurban ettik Allah’ım ? Madrabazların kalkınma diye bize sundukları eksoz zehirini nasıl yuttuk?
Ali YILDIZ